• BIST 10276.88
  • Altın 2388.514
  • Dolar 32.3353
  • Euro 34.833
  • İzmir 24 °C
  • Manisa 24 °C
  • Balıkesir 19 °C
  • Çanakkale 19 °C

50 Yıl Sonra Aradı

Yaşar Eyice

50 YIL SONRA ARADI

Yaşar Eyice / Yeni Vizyon Gazetesi

Nasıl mutlu olmayayım?

Cumartesi günü Bursa'dan Kocaeli'ne doğru giderken iki kez ve Israrla telefonum çaldı.
Do-Re-Mi’ de durduk...
Yalova'da, arabalı vapur iskelesine yakın fabrika satış mağazası...
Bir zamanlar çok ünlü idi!
Nasıl İzmir'den Ödemiş ve Tire'ye turlar düzenleniyorsa, yakın illerden buraya alışveriş turları düzenlendiğini biliyorum.
Ama o eski günler tarih olmuş...
Evden arayan  (232)  ile başladığından İzmir numarası idi.
Çevirdim...
Telefona çıkana kendimi tanıtım.
Çoğu kez arayanlar kendini tanıtmadan konuştukları ve ‘Kime görüşüyorum?’ diye sorduğumdan, ‘Beni tanımadın mı?’ diye sitem ettiklerinden, aynı duruma düşmek istemedim...
Aynı şikayeti ‘Aile Dostum’ Zeki Müren söylerdi..
Sanat Güneşimiz kaç kez, ‘Adamı ya da kadını 30 yıl önce bir yarde görmüşüm. Daha doğrusu o beni görmüş. Karşılaşınca ilk sözü, ‘Beni tanıdın mı?’ oluyor!’ diye dertleşmişti...
Bu sıkıntıyı bir şekilde yaşamayan yok gibi herhalde...
Neyse;
Telefona çıkan, 'Yılmaz... Yılmaz!' diye seslendi.
Sonra ahizeden şu sesi duydum:
'Ben Yılmaz Usta! Beni tanıdın mı?'
Aradan çok yıllar geçmesine rağmen İzmir’in yetiştirdiği en önemli gazete baskı ustalarından biri idi, Bucalı Yılmaz Düzbastılar...
Soyadını bile anımsamıştım...
İzmir'deki birçok baş makinisti yani baskı ustalarını o yetiştirmişti.
Bunlar üç kişi idi...
Biri Ali Bey’di...
Yılmaz Düzbastılar gibi montörlüğü’ de vardı.
Baskı makinasını en son vidasına kadar sökerler, sonra yine eski haline getirirlerdi.
Ne bir fazla ne bir eksik!
Yani çoğumuz küçük bir ev aletini bile sökünce, mutlaka bir iki vidasını, civatasını ‘fazlalık’ deriz ya, bunu anımsatmak istedim...

*- Hoşuma gitti...

Yılmaz Düzbastılar anlattı:
‘Kızı ile oğlu internette benim bir iki yazımı okumuşlar ve çok beğenmişler.
Babalarına yani kendisine, ‘Yaşar Eyice’yi tanıyor musun?’ diye sormuşlar.
O da, yıllar önce Demokrat İzmir Gazetesi’nin baş makinisti iken benim yazı işlerinde olduğumu ve çok sevip taktir ettiği bir muhabir olduğumu belirtmiş.
Düşünün 50 yıl sonra senden söz ediliyor.
Bundan büyük bir mutluluk olur mu?
Bir hafta içinde bu ikinci oldu...
Geçen hafta başında Dokuz Eylül Üniversitesi Mimarlık Fakültesi öğrencileri (İkisi kız biri erkek) Karataş’ta otobüs beklerken yanıma yanaşmışlar,  ‘Siz yazarsınız, değil mi?’ diye sormuşlardı...
Önce ‘Yazar değil Yaşar’ım!’ dedim.
Birine benzettiklerini, ünlü falan olmadığımı, sıradan emekli biri olduğumu söyledim.
Yanımda olan Gazeteci Murat Eştürk ile yine Demokrat İzmir’den bu yana büyüğümüz olan kalemşor Kaya Çelikkanat, ‘Yok... Yok!’ dedikten sonra benim lise öğrencisi sandığım gençlere, ‘haklı’ olduklarını anlatmıştı.
Geçenlerde Gürol Tulunay facede yazmıştı:
‘Seninli Salihli’de Kaymakama gittiğimizi ve sen her zamanki gibi yine ‘Vatandaş Yaşar!’ olarak kendini tanıtmıştın, hatırladın mı?’ diye...
Bu satırları 06 Kasım 2016 Pazar akşamı yazarken, üzücü bir haber aldım:
Demokrat İzmir’den bu yana, çoğu zaman  birlikte çalıştığımız Foto Muhabiri Ergun Ulcay’ın beyin ölümünden sonra yaşamını yitirdiğini öğrendim.
Ergun Ulcay’la birlikte çok olaya gittim...
Seyahatler yaptım...
Sevgili Bucalı eşi ile oğlu Emrah Ulcay’a ve kızına, yakınlarına, dostlarına başsağlığı diliyorum.
Bu kadar yılda hiç kırgınlığımız olmadı, diyebilirim.
Yine Bucalı Yılmaz Düzbastılar ile İzmir’e; ciddi, doğru, dürüst, dost gazeteyi sağlayan Aydın Bilgin’in Haber Ekspres’inin matbaasının kuruluşunda birkaç teknik konuda yardım istemiştim...
Haber Ekspres’in matbaa müdürlüğünü yapmış, onun önerileri ile 10 gün içinde dev ofset makinayı kurup yayına başlatmıştık.
Kasım sonu Aralık başı idi...
Soğuktan yüzümüz yanmış, ellerimiz parçalanmıştı.
Ziyaretimize gelen Turgut Uluhan ile Mehmet Özdoğru hala o günleri hatırlatır.
Yılmaz Usta, artık 80 yaşını aştığını bu yüzden ancak eski İzmir ve geçmişi anımsayarak Günlerini geçirdiğini, masal âleminde yaşadığını dile getirdi...
Hepimizin yaşantısında masallar yok mu?

*- Masal denilince!

Yımaz Düzbastılar ‘Masal Alemi!’ deyince anımsadım:
Karabağlar Belediyesi'nin düzenlediği, 'Masal Çarşambaları' 8 yılda 10 bin çocuğa ulaşmış.
Bu bir rekor!
2008 yılından bu yana çocuklara masal okuma, tartışma, yorumlama ve çözüm üretme yeteneği kazandırılıyor.
Aslında bizler hep Büyük'lerin anlattığı masallarla bu günlere geldik.
Aralarında gerçek hikâyeler olduğundan şüphem yok!
Masal Çarşambaları” Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Gönüllüleri katkısıyla sürdürülüyormuş.
Etkinlikte çocuklara seslenen Başkan Yardımcısı Aykut Kolatar, çocuklara masal ve kitap okumanın önemine değinerek, 'Sizler de masal okuyun, kitap okuyun, hayal kurun. Hayal kurdukça kendinizi geliştireceksiniz. Sizler bizim geleceğimizsiniz. Bizim için çok önemlisiniz' demiş.
Kendisine katılıyorum.

*- Kendimizi buluyoruz...

Bu arada bir süre önce Alsancak’tan Banu Can Kızıl, bir  mübadil hikayesi göndermişti.
Hüsniye Hanım Teyze’yi anlatıyordu.
Aslında benzer hikayeler çok...
Şimdi sizinle paylaşınca çok ortak noktayı kendinizde ve çevrenizde de bulacaksınız...
Hikaye şöyle:
‘Kuşadası’ndan Söke’ye taşındığımızda henüz 8 yaşındaydım.
Babam bize 2 katlı, bahçeli kocaman bir ev tutmuştu.
Evin müştemilatı bile vardı.
Sokak kapısından girince etrafı çiçekli bir yoldan mandalina bahçesine doğru gidilirdi.
Bazen sansarlar meyvelerin içini boşaltırdı.
Onların gürültüsü beni korkuttukça ben de yan bahçedeki hindiyi kızdırırdım. 'Kabaramazsın kel Fatma annen güzel sen çirkin!'
Hindi kabardıkça kabarır tam bana doğru gelecekken bağırarak halamın arkasına saklanırdım.
3 oda 1 salon evimizde sadece 15 gün kalabildik.

*- Ege’de çok var

Annem ve babam ayrılmaya karar verince yan mahalledeki anneannemin evine taşındık.
Kemalpaşa Mahallesi sit alanındaydı.
Eski Rumlardan kalan evler oradaydı.
Geniş pencere aralıkları, bitişik düzende az katlı, beyaz badanalı evleri herkesin içini açardı.
Eşyaların hiçbirini alamamıştık.
Çünkü evin bir odası ve küçük bir çatı katı vardı.
Anneannemin 'İrim'dediği küçük bir çıkmaz sokaktaydı ev...
Tam dört aile yaşardı.
Hepsi de göçmendi.
Karşımızda yeni evli bir çift.
Onların yanındaki iki katlı evde yaşlı bir karı koca vardı.
Bizim yanımızda birbirine ekli odalardan oluşan geniş, bahçeli bir evde Hüsniye Hanım otururdu.
O zamanlar yaşları yakın olan komşular birbirine 'Hüsniye Hanım, Kadriye Hanım'diye hitap ederdi.
Biz küçükler ise onlara 'Hüsniye Hanım Teyze, Kadriye Hanım Teyze'diye seslenirdik.
Pek misafir ağırlama kavramı yoktu.
Çünkü yılın yarısı sıcaktı ve herkes kapısının önündeki merdivende otururdu.
Minderini kapıp gelen yaşlı teyzeler çiğdem yiyerek gelip geçeni izlerdi.
Evde sıcaktan pişmekten böylece kurtulmuş olurlardı.
İkindi kahvaltıları vardı.
Söke’nin meşhur Tatlımayası fırından sıcak sıcak alınır. Soğuduktan sonra aile büyüğünün izniyle kesilir, zeytin, peynir ile yenilirdi.
Çay da içildikten sonra sıcakta bastıran uykuya kimse karşı gelemezdi.
Evde kim varsa başının altına bir yastık alıp yere serilir, '5 dakika canımız geçsin' diye siesta yapılırdı.
Biz çocuklar büyüklerin yanlarında fazla oturmaz ve asla onların konuşmalarını dinlemezdik.
Yaşıtlarımızla oyunlar oynar bazen de kukla tiyatrosu düzenlerdik.
Tek kavgamız sokakta biraz daha oynayabilmek için olurdu.
Bisiklete binerek arkamıza bakmadan pedala basar, geceleri saklambaç oynayarak hiç bitmeyen enerjimizi tüketmeye çalışırdık.
Herkesin evine televizyon girene kadar bu böyleydi.
Hüsniye Hanım Teyze’nin yaşı 70’in biraz üstündeydi. 1.50 boylarında, 45 kilo civarında esmer, uzun siyah saçlı bir kadındı.
Pek kimseyle konuşmazdı.
Sabah olunca 'Günaydın'akşam olunca 'İyi Akşamlar' derdi.
O da kapıda denk gelince.
Anneannemin deyimiyle 'Hap hapa gelince.’

*- Hırsızlık düşünülmezdi

Elinde bir çöp tenekesiyle çaya gidip gelirdi.
Çay kenarındaki çöplüğü geceleri en az 5 kere ziyaret ederdi.
Sokağa çıktığında kimse yoksa söylenirdi.
Evin içinde de söylenirdi.
Hiçbir şey anlamazdık çünkü Rumca konuşurdu.
Akşam saat 10 gibi elindeki çöp tenekesiyle mırıldanarak çay kenarına gider.
İçi boş olan çöpü döküp söylene söylene geri gelirdi.
Bu süreçte sokak kapısını açık bırakırdı.
Hırsız girecekmiş korkusu hiç yoktu.

*-  Aşk ve hüzün hep vardır

Hüsniye Hanım, Mübadele zamanı Girit’ten göç etmişti.
Diğer muhacir aileler gibi Türkiye’de onlara verilen yerlere yerleşmişlerdi.
O zamanlar genç kızlığa adım atmak üzereymiş.
Anlatılana göre sevdiği Girit’te kalmış.
 'Kara Sevda' olduğu söylenen Hüsniye Hanım, alelacele bir trenci ile evlendirilmiş. Ondan da bir kızı bir oğlu olmuş.
Kocası günlerini trenyollarında geçirip erkenden vefat etmiş.
Arkasından kızı da onun kaderini yaşamış.
Sevdiği adam onu bırakıp gidince başka biriyle evlenmiş ve iki oğlu olmuş.
Damat kayınvalidesinin cebine koyduğu çöplerden illallah getirmiş ve ailenin deliliklerini yüzlerine vurarak onları terk etmiş.

*- Kaçış mı, bahane mi?

Hüsniye Hanım, kızı ve 2 torunuyla oturmaktan pek memnun görünmüyordu.
Boynuna astığı önlüğüyle çöp atmaya daha sık gider olmuştu.
Anneannemi her gördüğünde yakasını silkip evdekilerden bıktığını ima ediyordu.
Torunlar büyüdükçe evde kavga gürültü eksik olmamaya başlamıştı.
Bir bağırış kopuyor tren gibi dizilmiş odalarda koşturuyorlardı.
Tüm odaların bahçeye bakan bir kapısı olduğu için oralardan da giriş çıkış daha kolay oluyor, peşindeki kişiyi daha rahat atlatıyorlardı.
Bizim terasımız onların bahçesinin tamamını görse de duyduğumuz seslerden dolayı bunu zihnimizde canlandırıyorduk.
Yoksa komşularımızı izlemek gibi bir huyumuz yoktu.

*- Bir başka yol!

Evden uzaklaşmak için çarşıya, pazara daha sık gider olmuştu.
İhtiyaçlarını toptan değil de parça parça alıyordu.
Tuz, ekmek, çay, şeker ve yumurta...
Tuzu alıp eve bırakıyor ardından ekmeği almaya gidiyordu.
Tam sokağa çıkacağı zaman birini görünce de kapısının önüne gidip içeri girecekmiş gibi yapıyordu.
O kişi kaybolunca evden yeni çıkıyormuş gibi davranıyordu.
En korktuğu şey ise komşuların ona soru sormalarıydı.

*- Çok yabancı değil!

Bir kez alt sokaktan bir komşusu onu evine çağırmıştı.
Bazı yazlar Yunanistan’dan göç zamanı geride bıraktığı evini görmeye gelenler olurdu. 'Kaçın Türkler geliyor, bizi kesecekler!' korkusuyla sabah kahvaltısını masada olduğu gibi bırakıp çocuğunu kucaklayarak istasyona doğru koşan insanlardan bahsetmişti anneannem.
Masada kalan reçeller, peynirler ve zeytinler...
Askerler 'Sakın onları yemeyin içine zehir koymuş olabilirler!'diye gelenleri uyarmıştı. Kendi memleketini bırakıp gelenleri, evini, yurdunu bırakıp gidenlere karşı...
İstasyon caddesine kadar eşyalarla dolu yollar, taşıyamayacakları yükleri attıklarının kanıtıymış.

*- Çevirmendi...

Yıllar geçtikten sonra annesinin, babasının koşarak kaçtığı evi görmeye gelen yaşlı bir adam ile Hüsniye Hanım konuşmuştu.
Mahallede tek Rumca bilen kişi olarak çevirmenlik de yapıyordu, canı istediğinde...
Eve dönerken gözyaşlarını silen Hüsniye Hanım’a anneannem ne olduğunu sorunca adamın duvarları öperek ağladığını söylemiş.
Üstü başı tertemiz giyimli Rum adam, evin odalarını gezerek ona hatıralarını anlatmış. Sonra doğup büyüdüğü evi çok özlediğini söyleyerek duvarlara dokunmuş ve gözyaşlarına hâkim olamamış.

*- Her zaman varlar!

Bazı uyanıklar da Hüsniye Hanım’ı 'Bu evde altın var mı?' diye adama sorması için zorlamış.
Adam evin altında altın olduğunu söylemiş.
Buna inananlar birkaç gün sonra evin bodrumunu kazmış ancak bir şey bulamamış.
Her gün başka bir yeri kazılan ev en son hatırladığım haliyle artık yerinde yoktu. Muhtemelen adamın evini göçten sonra ilk ve son kez görüşüydü.
Öpülen duvarlar bir başkalarının balyoz darbeleriyle indirilmişti.

*- Gelenler oluyor...

Bir yaz sıcağında karı koca bir çift gelmişti.
Evlerini arıyorlardı.
Anneannem Hüsniye Hanım’ın kapısını çalmıştı; 'Huu Hüsniye Hanım bir bakar mısın?'
Söylenerek gelen Hüsniye Hanım onları görünce hemen Rumca konuşmaya başlamıştı. Sanki beklenen misafiri gelmişcesine eşarbını alıp onların evini bulmaya gitmişti. Anneannem dönüşte onlara limonata ikram edip sormuştu;
'Bizim evin sahibini tanıyor musunuz? Adamın tam 4 eşeği varmış!,
Karı koca hayır anlamında kafalarını sallamışlardı.
Üzülmüştü anneannem belki de adama evinin hala sağlam olduğunu bildirmek dilediği zaman gelip görebileceğini söylemek istiyordu.
Ya da sadece bir selam göndermek.
Yıllarca dinlediğimizi radyodan başka hiçbir bağlantımızın olmadığı karşı kıyıdan ara sıra haber almak bu sit alanındakileri mutlu ediyordu.
Aralarında konuşurken 'Onların evinde şimdi biz oturuyoruz!'derlerdi. Çünkü bizlerin evi o tarafta kalmıştı.

*- Dünyanın hali

Hüsniye Hanım kışın oğlu ve gelinini kendi oturduğu eve yerleştirip uzak bir mahalleye taşındı.
Ondan hiç haber alamayacağımızı düşünmüştük.
Ancak ertesi gün gelinini ziyarete geldi.
Evde olmayan ya da kapıyı açmayan gelin yüzünden sokak kapısına tırmandı.
Kendi evine kapının üstünden atlayarak girmişti.
Yeni ev macerası bu kadar sürdü.
Hüsniye Hanım yine bizim komşumuzdu.
Anlatılanlara göre oğlunu ve gelinini yeni evlerinde de uzaktan izlemeye başlamıştı. Hatta oğlunun adı bir taciz davasında geçmekteydi ve hapis cezası almıştı.
Hüsniye Hanım kimselerin içine çıkamaz olmuştu.
Tıpkı kızı gibi...
 Terkedildikten sonra ancak oy kullanmak için evden çıkan kızının ara sıra sesini duyuyorduk.
O da 'Yapma, dur!' diye oğullarını azarlamasıydı.

*- Kapının üstünden...

Hüsniye Hanım torunlarını da evlendirince kızıyla birlikte bir apartman dairesine gitti ve kısa süre sonra hayatını kaybetti.
Muhtemelen evine gelmek istedi ancak gücü yetmedi.
Yoksa kiracı falan dinlemez kapının üstünden atlayıverirdi.
Hüsniye Hanım’ın köklü bir geçmişi  vardı.
Amcası Türkiye’nin meşhur psikiyatristlerindendi.
Cinsellik, aşk ve ruh hastalıkları üzerine kitapları bulunan profesörün neden bu alanda araştırma yaptığını bugün ailesine bakarak anlayabiliyordum.
Hepsinde ayrı bir rahatsızlık bulunan bu göçmen ailesi uzun yıllar anneannemin komşularıydı.
Ve aralarında hiçbir problem olmamıştı.
Anneannemin vefatından sonra komşuları annemle daha seyrek anar olmuştuk.
Ve ne zaman Hüsniye Hanım desek ikimiz de gülerek çaya çöp tenekesiyle giderken penceremizin altında Rumca mırıldanmasını hatırlıyoruz...’

*****
GÜNCEL

Seferihisar’ın Turuncu Bayramı

Sakin Şehir Seferihisar’da, 17.kez ‘Mandalina Şenliği’ düzenleniyor. Türkiye’nin dört bir yanından büyük ilgi gören ve ülkenin önde gelen şenlikleri arasında gösterilen ‘Turuncu Bayram’ 20 Kasım Pazar günü gerçekleşecek.
Dünyanın en kaliteli mandalinasının yetiştiği yer olan Seferihisar, üreticilerle birlikte bu yıl mandalina sezonunun başlamasını yine bayram havası içerisinde kutlayacak.
İlk olarak 1960’lı yıllarda düzenlenmeye başlayan ardından yaklaşık 30 yıl sonra 2009 yılından itibaren Seferihisar Belediyesi tarafından tekrar hayata geçirilen Mandalina Şenliği, mandalinanın tanıtımı, pazarlanması, daha iyi koşullarda işlenmesi, markalaşması ve üreticinin daha fazla kazanmasına yardımcı olma hedefiyle gerçekleştiriliyor.

 

*****
GICIK

*- Hayatta öyle seçimler yap ki, kazandığın şeyler, kaybettiklerine değsin!
*- Yanlış kalbe misafir olduysan oturmasını değil, kalkmasını bileceksin.
*- Bugün göz yumduklarımız, yarın bize göz açtırmayacak olanlardır!
 *- Geçmişte sana zarar vereni unut, ama asla o zararın sana neler öğrettiğini unutma.
*- Çocuklarınıza zengin olmayı değil mutlu olmayı öğretin! Böylece hayatları boyunca sahip oldukları şeylerin fiyatını değil kıymetini bilirler.

 

Bu yazı toplam 5109 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2004 | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Faks : 0533 557 8894